27 Kasım 2014 Perşembe

Evim bir katedral olabilirdi

Evim bir katedral olabilirdi. Ya da duvarlarımdaki kutsal şairlerin yazılarına dokunup ağlayabilirdi insanlar. Hac ibadetiniz için bana gelebilirdiniz mesela. Aynı anda birkaç kişiyi sorgusuz sualsiz konaklatabilirdim.


Ceplerine akan banknotları umursamayıp
Alkış tutsaydı hahamlar, imamlar, rahipler perde inerken gözlerime...

Papa’nın boynunda asılı haç’ın etime saplanıp çekilen o kancalardan ibaret olduğunu kanıtlayabilseydim onlara,

Kalbimin çarmıha gerildiğini, saplı kancaların nasıl gezintiye çıkarıldığını gösterebilseydim sizlere  -katalogtan seçtiğim sıra dışı mucizelerle- ve

De Sade ve Burroughs’un,  hayatın kendisinden daha kötü olmadıklarına ikna olabilseydiniz eğer,,
Bukowski’nin elinde unutarak bitirdiği sigaraların, yarım kalmış içkilerinin ve Yesenin’in sarkmış bileğinden dökülen şiirlerin, Mayakovski’nin urganından damlayan kanın samimiyetini kutsal kitaplarınızdaki dökülen kanlarla  mukayese edebilseydiniz bilhassa…

Evim, katedral olabilirdi.

Yanan ruhlarınıza söndürdüğünüz mumlar, burada, samimiyetin sıcaklığıyla çıldırıp erir biterdi.

Ay, belki o zaman hem iyiye hem de kötüye olan kıskançlığından ikiye ayrılabilirdi.


Kendini yeraltına hapsetmiş birinin size yalan söylemek için bir sebebi olamaz.
Yanmakla itham edemez sizi.
Dünya'dan daha güçlü bir alevin içine atıp, mızraklarla nabzınızı yoklayacağını söyleyemez.




Peki ya siz,,

Hayatın içindeyken içten yaşayamadıklarınızı, hayatın dışında kaldığınızda nasıl yaşayacaksınız?

4 Ekim 2014 Cumartesi

Dileklerimin yıldızlara ağır gelmeyeceği bir "the end" tutuyorum ellerimde

Bu aralar zihnimde dolaşan harfler bir araya gelip hece oluşturmaya, heceler birbirlerine sarılıp kelime olmaya diretiyor. Cümle kuramıyorum.
Özne yok, nesne yok, yüklem yok, hece yok, sen yoksun, ben yokum...
...

Ayağından geleni ardına koyup gitmeseydin, içtiğim kahvelerin telvelerinde seni bulabilirdi falcılar. Şimdi hayat maratonunun bana ayrılan çizgisinde,, yolunda gittiğini düşünen her şey, varış çizgisine 100 metre kala yanlış yolda olduğu söylenerek geri çeviriliyor.
...

Sadece senin hakkın gizli kaldı bu vedada. Senin haklı yanının hegemonyasında ezildi sabahlarım.
...

Bulutları benden saklayan bu yakarıştan geceyi keseceğim. Düşsün yıldızlar, gökte ay küssün bana. Sabaha verebileceği hiçbir şeyi kalmasın gecenin. Sabahlar da öğrensin veda etmeyi geceye ve gece de veda sonrasında güçlü kalmaya çalışmayı. Gri kalsın gökyüzü.
...

Şarkısı dudaklarında yarım kalsın bir ağustos böceğinin.

Ben nefes almakta zorlanırken, tavanımdan öyle sessiz, öyle mahcup ve öyle kırılgan bakma bana acı.

Sen de biteceksin.
İki slashle birbirlerinden ayrılmış kelimelerin oluşturduğu bir tarihte senin de bileklerinden kan süzülecek.
Sen de tadacaksın vedayı.

O gün; ne sana uzak ne bana ne de bugüne-yarına..
...

Dileklerimin yıldızlara ağır gelmeyeceği bir "the end" tutuyorum ellerimde.
Dişlerimin arasında sıkıyorum her saniyeyi...

30 Ağustos 2014 Cumartesi

O kadar özgür ve o kadar tutsağım ki

İçine çektiğin an yerelere saçılan kıvılcımlar, üzerinde sessizce durduğun yolun doğruluğunu teyitliyor. Ya da elin kolun bağlıyken yanından süratle geçen vedaların rüzgarını.

Bana vicdan sesinle bakma, suçlu bakışlarınla tutma ellerimi, ayaklarımdaki şiirden prangaları çözmeye başla. Bırak, ben koşarken yerlere saçılan harfler kırılsın, darmadağın olsun. Yapıştırmaya çalışma.

Bulutları saklayan sis perdesi sahneden inerken,,
Mağduru oynayan dört duvara kurmuştum cümlelerimi. Üstüne alınma hiç.
Göz kapaklarını kıs biraz, kirpiklerini susuzluğun akışına bırak.

Sana gerçek özgürlüğü anlatacağım.

Pençelerini okşattıkça gözleri körelen metin bir güvercinin labirent özlemini,
Atmosferden kaçarcasına çırptığı kanatlarından damlayan kanı,
Haftanın günlerini öldürerek mevsim yaratmaya çalışan o çaresizliği, her şeye rağmen vazgeçmeyişini.

Yalnızlık,,
Özgürlüğün zirvesiyken aslında tutsaklığın da en kalın ve yüksek duvarlı, en gaddar hapishanesi olduğunu,
Hep arzu edilen, o göze muhteşem görünen özgürlüğe açılırken kanatlar,, gözlerindeki bağın çok uzaklarda düşüp gideceğini,
Geri dönmeye çalıştığında ise yolunun ömründen uzun olduğu gerçeğinin yüzüne çarpışını,...

Hepsini anlatacağım.

Ama önce bir sigara molası: O kadar özgür ve o kadar tutsağım ki...

26 Ağustos 2014 Salı

Vaftizden yosun tutması gerek bedenimin

Gece, son yudumunu aldı zamandan, sabaha birkaç kanatlık çırpınış kaldı. Ağrılarım doğruldu yatağından, ışıktan saklanışıma giriş cümlesi yazdı. “Kaç” emrini verdi akrebin gösterdiği rakam.

Şafak vakitleri nekrofilidir. Ezer geçer sancıları, daha çok acıtarak. Endişe sızan gözlerim ve cüzzamlı düşüncelerim güne merhaba demeye tutsak. Cennetten cinnete koştuğum bu yolda, lokal anestezi gerek aklıma. Vaftizden yosun tutması gerek bedenimin. Umudumdan geriye kalanı, gece güne dönmeden, defterimin arasında kurutmam gerek..

Güneş,,
Hiçbir mezara, sönerek saygı göstermez. Bu yüzden ölmek için sonbaharı seçmek gerek. Ağrılarda seçicilik gerek, algıda içicilik, ölümde sevicilik.

Madrigal çalınmalı son yolculuğumda, biraz da belzebul yalnız kalmalı...

Kumar masasına ağrılarımı koymalı. Bir bir, acı acı kaybetmeli sonra.  Yalvarışlardan yaptığım bavulları  alıp gitmeli benden zaman.  Kırışıklıklarıma ince işçilik gerek, alnımdaki yazıyı silip atabilecek bir güç.

Başka bir gezegende hayat bulunmalı. Oraya yerleşmeli ve bir yaşam daha kaybetmeliyim.

Hayat var denilen bütün gezegenlerin en güçlü kaybedeni yazmalıyım kendimi yeni hikayelere. 

Su,, beni yıkamaya yetmez. Toprak,, alamaz içine. Oksijene ihtiyacım hiç olmadı benim.

Kuru otlar arasında, sonunda rengini kestiremediğim

dar, şekilsiz, sonsuz.

Ve en önemlisi vedasız bir “kaçış yolu” olsun yeter.

28 Temmuz 2014 Pazartesi

İnsanlar çok normaldiler; katiyen biat etmiyorlardı deliliğe

Amerika'nın birleşik olmayan devletlerinden birinde yaşayan bir gençti, Bilinmez. Evet, ismi yoktu. Koyduklarında O'na sormamışlardı çünkü. Her güne yeni bir isimle başlaması için bir sebepti bu. Ve yaşadığı coğrafya da buna benzer bir sebebin sonucuydu. Claris tarikatına mensup bir siyahi, Avrupalıların azınlıkta olduğu bölgelerde bir Kreol'du. Asla "hep" olmayı düşünmedi zira "hiç" olmak her zaman daha huzur vericiydi. Hayatı bir destandı Bilinmez'in.

"Çok", içinde "tek"i barındırır mı bilinmez ama Bilinmez'in hem mitolojik tanrıları hem de inandığı kutsal kitabın tanıdığı tek bir tanrısı vardı.

Gerçeği düşleriydi, ismine eşdeğer. Bazen neyi düşlediğini bile bilemezdi. Yazardı düşlerini defterine. Kaleminin defterini hırpaladığını ve ağlattığını düşünürdü hep, bunu bile dert ederdi kendine.

Hırçın dalgaların koyu yumrukladığı bir sabah, olumsuzluk eklerinin çığlığı karıştı düşlerine. Kesip atamadı mukavva ekleri, kendine bir ölüm yazması gerektiğini düşündü o an. Olumsuzluk ekleri, bilekleriyle yer değiştirmeliydi. Hayatının geri kalanından kendini sakınarak daha ne kadar yaşayabilirdi ki? Kader'e inanmasa da kendi kaderini yazdığına inanırdı. Kaderini yanlış yazmaktan zevk alan insanların varlığına da. Ki bu insanlar, levitasyonu ölüm sanırlar.

O'na göre insanlar çok normaldiler; katiyen biat etmiyorlardı deliliğe.

Bilinmez, son bir sigara yaktı.
Son mektubunu yazarken; kendine son bir isim koydu Aemulus.
Putlar devrildi birden, Tanrı can çekişerek öldü.
Başbaşa kaldı hayatla, son anında.

Ve bomboş bir sayfanın altına attı imzasını.

-Aemulus-

22 Temmuz 2014 Salı

Yeryüzünde batacak var

Kendimi bulmam gereken zamanlarda;  üçgenin bilinmeyen açılarını bulmaya çalıştım, kahrolası dağların denize konumunu ezberlemek zorunda bırakıldım. Budalaların önünde ceket iliklemeyi lisede öğrettiler bize. Kimileri, açamadı ceketlerinin önlerini sonra, başlarını kaldırıp bakamadı dünyaya. Kanatlarımızı sakladı cani sistem, geç farkedenlerinkini kopardı.

Onlara göre uçması gereken şey sadece uçurtmaydı.
Ve,,
 O da, tellere takılırsa büyük günahtı.  

Uçmaktan korkardı insanlar. Cehennemde yanmaktan, para kaybetmekten, saygı yitirmekten, sevgi ve aşk kavramlarının gerçeğini öğrenmekten, öğrendikleri gerçekleri öğretmekten: Her şeyden, herkesten.

Önümde bir deniz var şimdi. Ve bana ait -gemisiz,kaptansız- kocaman bir liman. O limana dönmeyen gemilerin  kaptanlarından kesilmişti umutlar çoktan..

İki bedenle inşa edilirdi gemiler tersanede, bu gezegende. Şimdilerde bulamadıkları rotalarına henüz girmeden önce. Kaptanlar, batmayan gemilerin içinde, düşünceleriyle alabora oldu belki. Belki bu yükü taşıyamadı gemi,, zira yanlış öğretilen hayatın  bütün halleri bulandırırdı,dalgalandırırdı denizi.
 Yada,, 

Belli ki kaptanlar hiç sığdıramadı gemilerine bizi.

Rüzgar bu kadar hızlı esmeseydi,,lerle başlayan olmamışlı ve keşkeli düşünceleri yakıp attım denize.

Bir zaman sonra külleri marmara’yı süsleyecek olan bedenim gibi.

Ardımda bırakıyorum aldığım otobüs biletiyle herşeyi. Acıdan başka bir şey hissetmediğim yıllarım bile özlenecekmiş gibi geliyor gözüme. Şırıngaya bir doz çekip sızdırıyorum damarlarıma. Yatağımda kusarken,  güzel kadın perdeleri açıyor. Dudaklarını ısıran çekingen gülümsemesine bırakıyorum kendimi.

Öğretilerin sahte olduğu coğrafyanızda, psikolojimin her zerresi üşüyor.

Kaptan,,

Yeryüzünde batacak var. 

19 Temmuz 2014 Cumartesi

En masum katildir Dolorita

Hüznün ve acının binbir rengi gizli Dolorita’nın göz kapaklarında.  Aktığında gözyaşları, yerçekimine yenik düşer en gerçekçi maviler. Uyumak için yumduğunda gözlerini,  gecenin karanlığında bir siyah daha belirir, gösterir yıldızlara siyahın tonlarından yaptığı gökkuşağını. Renklerden alacağı yoktur hiç, verdikleri ise mutlu edemez alacaklıyı. Uyumaz Dolorita, Ağlamaz. Sır gibi saklar acılarını. Siyahlar büyütür içinde, kusmaz kimseye. Kusamaz kalbindekileri.  Kabuslarından korkardı belki, daha korkulur olmasaydı gerçeği.  Dolorita,kendini bu çöplüğe ait hissetmez. Hissettirmez aldığı her nefes.  Zaman üç maymunu oynadığında arınır giysilerinden. Yaralarına bakar. Tek silahı olan kalbini biler kabuk bağlamış yaraları, bastırdıkça üstlerine. Mazoşist sabahlara uyanmak için sıyırır kabuklarını. Kalbinden akan kanda boğulan hislerine can simidi atar masum katil. Kimseye söylemez, gözlerine bakmayan kimse anlamaz, evren sormaz, Tanrı sorgulatmaz, cam bulutları şimşekler kırmadıkça yağmurlar hissetmez.  En büyük zaferleri alır bir başkasının kalbine girdikçe hançerleşen kalbi.  Karşısındakini gömer bilinmezliğe. Acısını pay eder. Paylaşımcıdır Dolorita. Acısı, acımasızlığıyla doğru orantılı. Her kalpten kan alır ama gruplar hep farklıdır, uymaz kendine.

Duyu organlarıyla sarhoş olur Dolorita,
“Kayıp” olur birini umursadığında.
Tebessüm eder tanrı’nın yeryüzündeki ortaklarına.
Eğilmez hayat masalının önünde,
Hiç susmaz kalbi ama ağzı her daim kilitlidir.
Gün gelir,, Galeno alır nasibini hançer salvolarından, bu en tatlı pususudur Dolorita’nın.
En tatlı ölümdür Galeno için aşk,
En savunmasız anıdır kalp kapakçıklarının.
En görünmez yerde satar ruhunu yalnızlığa.

Kanamak,,
En eski filmidir İspanyol kaldırımlarının,
En uykusuz nöbettir Galeno için bu bekleyiş,

En masum katildir Dolorita. 

Y.B.K.T / A.U 2015



Önümüzdeki kış mevsiminin ölümüyle birlikte raflardaki yerini alacak olan 2. Kitabım Y.B.K.T /A.U 'nun taslağını tamamladım, edit aşamasına geçiyorum. İlerleyen günlerde -yine bu sayfadan- görsellerini ve tanıtım metinlerini yayınlayacağım.


"Ve 
Beni,, bu kadar bekletmiş olmasına rağmen,
Zeytin dalı uzattım yalnızlığa.."

Eriyince | Dipnot


"Eriyince"ye
Kredi kartı gerekmeden -kapıda ödeme ile- sahip olabileceğiniz tek resmi nokta:
http://www.favoriyayinlari.com/kar-eriyince_91.html


Almanya içi siparişleriniz için:
http://www.tikla24.de/kitap/gurkan-devecigil/kar-eriyince/

Avrupa:
http://www.kitapyurdu.eu/kitap/eriyince/996538.html

14 Temmuz 2014 Pazartesi

Bu aşk herkese bol gelir artık

Şafak saatleri,

Gün doğumundan beş sıkışma öncesi.

Ezanla gitsen yıkılacaktı camiler, kiliseler çana küsecekti. Hahamlar yaktırmayacaktı 9 kollu şamdanları.  Budistler, meditasyon yaparken acısına acı katacaktı. Kutsallık sondajlarında yaratıcıyı bulamayacaktık.  
Ama sen,, sessizce gidince,
sustu bütün şarkılar. Kan kustu sanatın her dalı. Hıçkırmaktan konuşamadı piyes, pandomime bıraktı saltanatını. Ağlayamadı mutsuz biten bir filmde başrol. Resimler sıradanlaştı. Bütün ressamlar canlı renklerini kaybetti. Siyah kağıtlar üzerine siyah cümleler kazıdı bütün şairler. Sahne çok üşüdü. Seyirciler izledi olan biteni, kanları donmadan. Alkışladılar anlam veremedikleri tabloyu, yüzlerinde –aman- bozuntuya vermeyen tebessümleriyle.

Gözbebeklerinde saklayamadı bulutlar seni, ağladılar sağanak. Bir tek doğa bilirdi ayrılığın bünyeye etkisini.  Bir tek sonbaharda dökülen yapraklarına çaresizce bakan ağaç hissetti ayrılık hızının dinmeyen rüzgarını.  Vedanın sebep olduğu savruluşu rüzgar anladı her lodosta.
Sığınağımın camlarına pusular kurdum bense,  Odamın duvarlarına kazıdım ayrılığın sırlarını. Acımı pay ettim sonbahar aylarına.  Acımasızdı doğa olayları, eş değer gördüm kendime. Çiviyi çiviyle kanattım, kulaklarıma deep purple, “Soldier of fortune” fısıldarken.  Levhalarımda sadece çivi alayının izleri kaldı.


Son umudumla birkaç boy büyük aşk almıştım, seneye de severim diye. Öyle büyüdü ki aşk’ım, yalnızlığımın sevecen kollarında. Hiçkimse gözümde bu kadar büyüyemez ve bu aşk herkese bol gelir artık…

13 Temmuz 2014 Pazar

Hermosa

Sahil kasabasında umut bekçisi Hermosa.
Yatağının sol yanında, düşleri dökük bir abajur.
Sağ yanı yüzleşme salonu.
Hermosa,
Her alkolik gibi anestezi uzmanı.
Kış günlerinde donan umut sarmallarıyla sarmaş dolaş. Duvarında asılı tabloda kan ağlıyor her kırmızı. Mavilerin faili ucuz boyalar, siyah bakıyor tuali.
Çekmecesindeki makas menopoz erteliyor, intiharının son dileğiyse yaşamak.
Radyosunda yedi yirmidört bir ölüm virtüözü çığlık atıyor, tuşları bozuk, duadan kapanan elleri yetişmiyor.
Tek zaferi farksız yenilgiler. Deniz suyundan tuzlu anatomisinde basmakalıp düşünceler nefessiz kalıyor.
Sahil, soğuk mevsimlere küskün ya da mutluluk taciri insanlar sahile.

Düşüverse bulutlardan bir şimşek olup
Deniz koklar, yağmur yıkar pürüzsüz cesedini.. Düşünü verirse yağmura, boğulur hıçkırığında, ölemez bile. Ellerinde,  düşü tutsak Hermosa’nın,  kendini düşünüverse düşecek..
Ertelemelerden bir hayat, öten ciğerlerinde susuz kalmış bir piyano senfonisi.
Sonbahara ait mahcup gülümsemeleri var Hermosa’nın,  bir yağmuru terkedip gidemez.
Güneşe karşı büyüyen nefreti, kendini  yaz’a bırakıp gitmeye engel sıkı gururu var.
Kaçış yolu, mutluluğa açılan pencereleri daima parmaklık…

Günlerin her birinden tek tek kaçarken;
Yaz gelecek.
Sahilde, avuntu makyajlı oyunlarda kaybeden olacak Hermosa. Yalnızlıklardan ördüğü tenini giyinmiş, ürkek dokunuşlarla rengini arayacak dikenler arasında. Renkler ulaşılmaz, tel örgülerle kaplı. 
Uçmak isteyecek hırsını sırtına bağlayıp.
Kanatlarının olmadığını ancak yıldızlara ulaştığında anlayacak. 
Çırpınacak var gücüyle,  göğün en yükseklerinde.

Ve,, yere çakıldığında; 
Mevsim yeniden sonbahar..

11 Temmuz 2014 Cuma

Giriş Hutbesi



Bir önsöz, marş ve hoş geldin şarkısı.. Tanrı'nın tarihi geçmiş selam'ıyla, kaybeden çocuklarına..Düşünme organı olarak karaciğerini kullanan,  akciğerlerine dolan dumanlarla aşk yaşayan,

üzüntüleri midesine vuran -terimsel asla- irrasyonel insanlara..

Her sonun beter bir başlangıca gebe olduğu iklimsiz coğrafyamızda nefes almaktan aciziz hepimiz. Kırılan kanatlarınıza telafi masajlar yapabilmek için kovuldum tanrı'nın kollarından. Yalnızlığınıza ektim bütün rengi mat çiçekleri. Tohumsuz, Yapraksız.
Kelebekten kısa olmasa da şekilsiz hayatlarımızın hayali soluk ve vücut sıcaklığımızdan soğuk gecelerinde hissedebiliyorum hepinizi.. Çocukluğumuza duyduğumuz özlem, şimdimizin ağzını sımsıkı kapatıyor, gözlerimiz gelecek zaman kiplerimize kapalı. Sessizliğimize gömüyoruz geleceklerimizden kopup düşen her saniyeyi. Çocukken uyutturucu olarak kullandığımız masallarımızı yalanlarla boyadılar. Büyüdük. Bundan sonra son sandığımız her uçurumun sonunda biraz daha öleceğiz. Birkaç milyon kere daha belki. Ölmeye ölmeden önce yaşamaya öleceğiz.  Kuruyan dallarımızdan bir meyve, bir ses bekleyecek herkes. Hiçkimseyi umursamamaya devam edeceğiz, nefrete dönüşecek an be an. Şah damarlarımıza saplı her şarapnel gün aşırı kalabalıklaşacak.
Umudumuz yok, evet. Ve bu şekilde aldığımız her nefeste elbet bir gün umutlu insanlar olacağız umudunu taşıyoruz. Metanete perçinledik patlayan damarlarımızı.Yağmurlarda ıslatıyoruz benliğimizi, yeni bir umut yeşerir diye.. Ama her seferinde yeniden yerçekiminin faulüyle düşüyoruz, tanrı görmüyor. Tanrı bizden daha sağır, daha dilsiz. Açılan ellerimiz güneşe yakalanıyor, parlayan kan kısıyor gözlerimizi biraz daha.  İltihaplı düşünceler midemizi bulandırırken bilinçaltımız düşüyor üzerimize. Kaybettiğimiz düşü arıyoruz içinde, bilinçaltımız ören yeri, delik deşik, kırık dökük, kan kan.. Çıkış yolu olmayan vedalar yazıyoruz kendimize, oynayamıyoruz. Uzanamıyor ellerimiz vedalara. Elveda diyemiyoruz. Boka batmış insanlarız. Tımarhane özlemiyle yanıp tutuşuyor ruhumuz. Park edemiyoruz hiçbir psikolojiye..

Ölmeden birkaç saniye. Bazen huzura beş kala.

Perdeleri kapatıyoruz güneşe ve sıkıyoruz dişlerimizi..

Travmatik realitenin çığlıklarına yumulu gözlerimiz, dilek dilemek riyakarca.

Dualar da yeni çağın masalları gibi, saf yalan ve hiç saf değil.

Kalbimizin kırıkları avuç içlerimizden taştığı gün,

Belki bir gün,,

Makas nabzımızı bileğimizden kontrol etmek ister,


Cesedimiz aldığı nefesi geri veremez, ve bizler, gerçek birer “ben” oluruz…

Eriyince


Biten bir masalın dönüşümsüz artıkları, 
Şizofrenik çığlıklar.
6 Level.

Mart 2014'ten itibaren raflarda..