Ciğerlerimde ölüme terk edilmiş ne
varsa dumanla ört bas ettim. Her yutkunmamda vücudumun bilmediğim bir yerinde
daha çığ vakası… Hiç bilmediğim bir yerlerden daha alıyorum toprağa gömülü
ölülerin vitaminini… Pulmon sokağı yine tükürüğe teslim, sokak lambalarından
bağırsaklar sarkıyor. Plasebo’nun daha fazla kandıramadığı bir kelebek, altıda
altı bir revolverle rulete, yirmi üçüncü saatinde yenik düşüyor. “Dur” cevabından nasıl da kısa, nasıl da ani,
nasıl da “tuzak bu”yla geri sekiyor ucube peri.
Mikro sanrılar, insan bedenlerinde kabuk hastalığı olarak beliriyor; tıp
bilimine karşı apansız bir mücadele, kulakları sağır eden çığlıklar ve hem
deliren hem delirten melodram görüntüleri…
Sırtlara koşan delici aletler, onları
koşturan seri katiller ve hiçbir yere yakıştıramadığım çoğul ekleri çekimliyor
acının, birinci tekile iyelik hâllerini. Otonom burukluk, tekmeliyor
sandalyesini metânet diktatörlüğünün.
De Sadê’yi şiddet karşıtı
eylemlerde tanıdım ben. Ceplerindeki
kını saksılarına ekilmiş kaktüsleri, delil olarak -kızgın tokmaklarla-
kazıdılar göz çukurlarına. Ressamların kara kalemle çizdiği palyaçoları ucuz
masallara kahraman yaptılar. İnsanlığın
en yüce değerlerini kanibalistlere sattık.
İkibinseksende bile hâlâ gecelere
toksin enjekte eden akrebin tik taklarına bağlamışız günleri…
Karşımızda- perdesi çivili bir
pencere...
İçeride- Kafein esintisi, ritim
bozukluğu, ciğer saplantıları…
Dışarıda- Cevapsız dua, duran
saat, kırık sürahi, akan su ve yine akan su…
Ve hepsinde-
Çirkin yüz ifadesi, kan kokusu,
stimulan kayıplar, sıfatsız adlar, yüklemsiz cümleler…