30 Mayıs 2015 Cumartesi

Güneş umut çizgisinden batar | Dumanaltı Edebiyatı Sayı:3



Hastalarını kendi kordonlarıyla boğan, ölümün aslını bulmaya çok yaklaştığım kozmozda; amnezi’nin sözcük anlamından başka bir bok hatırlamıyorum. Ölüm, başucumda rezerve. Ölümün üvey kardeşiyle, içinde cinnet geçen oyunlar oynuyorum. Arta kalan zamanda da tırnaklarımın arasına biriktirdiğim belirsizlikleri öfkeyle kemiriyorum…

Şimdiki zaman, şehirle eş zamanlı düşüyor.  Bugün;  yıkılan heykellerinin tozu henüz kalkmamış, çatılarında alevlerin üste çıkma mücadelesi verdiği bir işgal kenti gibi uzaklaşıyor benden.  Bugün’ü yitiriyorum.  Yarın’a ulaşacak kadar uzun değil kollarım.  Tımarhane’nin 5 numaralı odasında, kayıplarımdan bir akıl üretip buradan çıkmanın planlarını yapıyorum. Verilen ilaçları kullanırsam sahip olduğum ne varsa, hiçbirini bir daha göremeyeceğim. Duvarda asılı, aklımı bulamadıkça bana gülümseyip duran bir cellât var. Nöronlarımı sayıyorum, hep bir eksik çıkıyor. Kendimi beynimin içine sokup işleri biraz hızlandırmak istiyorum; bir an önce hatayı bulmayı, eksikleri tamamlamayı, bu hapishaneden kurtulmayı…

Aklımla olan savaşımın tam ortasında, kapının altından Baal-Teshuvah imzası taşıyan bir mektup sızdı içeri. “Uykularını ve uyanışlarını, henüz doğmamış bir çocuğa reenkarne et” diye başlayan. “Bu fiiller, başka bedenlerin sana ait olduklarını bilmezlerse eğer, gerçekleşme olasılıkları artar.”

Bu iki cümleyi okuduktan sonra duvarımdaki celladıma bakıp ben de gülümsedim. O’na her baktığımda dış ses, madrigal çalmaya başlardı. Bu defa aynısı olmadı; aynası oldum celladımın, o da benim aynam.

“Bazı  ‘sanrı’lar, senin kent logarlarına atık olmana engel olabilir. Tanrıların aksine. Onlar genelde seni kullandıktan sonra kötü kokmaman için yakmayı tercih eder. Korktuğun için de itaatkâr olmanı.” diye devam ediyordu.  O anda ise, İsa’nın yağlı saçları geldi aklıma; delik ellerini, kutsanmış suyunun buharlaşıp yağmur olduğunu ve o yağmurların tımarhane yolundayken üzerime yağdığını düşündüm. Bir daha gülümsedim ve mektubu okumaya devam ettim. “Buradan çıkıp hayatını berbat etmeyi düşünmüyorsun herhalde” dememişti, Baal-Teshuvah.  Ama zihnime vurduğu fırça darbeleri böyle bir tablo oluşturmuştu. Haklıydı. Adının ne olduğunun hiçbir önemi olmadığı şu gettoda bir azınlıktım. Yasalar, aşklar, çıplak bedenler bizi dişlerinin arasında bir süre çiğnedikten sonra yere tükürmek istiyordu. Böyle durumlar daim olandı ve sığınacağımız kişilerin her biri birer sanrı’ydı.

Baal-Teshuvah’ın mektubu, dümenimi doğru rotaya kırdı. Aklımın eksik parçalarını tamamlamaya çalışmadım bir daha. Hatta kalanlar, fazla bile gelmeye başlamıştı.  Parmaklıkları, özgürlük vaadlerinden daha çok sevmeye başladım. Burada hiç kimse yoktu ve hiç kimse, bana hiç yalan söyleyemezdi. Amnezi’den sonra öğrendiğim bir şey daha vardı:


Herkes için güneş bir gün umut çizgisinden batacak ve bir daha hiç doğmayacaktı.