Hastalarını kendi
kordonlarıyla boğan, ölümün aslını bulmaya çok yaklaştığım kozmozda; amnezi’nin
sözcük anlamından başka bir bok hatırlamıyorum. Ölüm, başucumda rezerve. Ölümün
üvey kardeşiyle, içinde cinnet geçen oyunlar oynuyorum. Arta kalan zamanda da
tırnaklarımın arasına biriktirdiğim belirsizlikleri öfkeyle kemiriyorum…
Şimdiki zaman,
şehirle eş zamanlı düşüyor. Bugün; yıkılan heykellerinin tozu henüz kalkmamış,
çatılarında alevlerin üste çıkma mücadelesi verdiği bir işgal kenti gibi
uzaklaşıyor benden. Bugün’ü
yitiriyorum. Yarın’a ulaşacak kadar uzun
değil kollarım. Tımarhane’nin 5 numaralı
odasında, kayıplarımdan bir akıl üretip buradan çıkmanın planlarını yapıyorum.
Verilen ilaçları kullanırsam sahip olduğum ne varsa, hiçbirini bir daha
göremeyeceğim. Duvarda asılı, aklımı bulamadıkça bana gülümseyip duran bir
cellât var. Nöronlarımı sayıyorum, hep bir eksik çıkıyor. Kendimi beynimin
içine sokup işleri biraz hızlandırmak istiyorum; bir an önce hatayı bulmayı,
eksikleri tamamlamayı, bu hapishaneden kurtulmayı…
Aklımla olan
savaşımın tam ortasında, kapının altından Baal-Teshuvah imzası taşıyan bir
mektup sızdı içeri. “Uykularını ve uyanışlarını, henüz doğmamış bir çocuğa
reenkarne et” diye başlayan. “Bu fiiller, başka bedenlerin sana ait olduklarını
bilmezlerse eğer, gerçekleşme olasılıkları artar.”
Bu iki cümleyi
okuduktan sonra duvarımdaki celladıma bakıp ben de gülümsedim. O’na her
baktığımda dış ses, madrigal çalmaya başlardı. Bu defa aynısı olmadı; aynası
oldum celladımın, o da benim aynam.
“Bazı ‘sanrı’lar, senin kent logarlarına atık
olmana engel olabilir. Tanrıların aksine. Onlar genelde seni kullandıktan sonra
kötü kokmaman için yakmayı tercih eder. Korktuğun için de itaatkâr olmanı.”
diye devam ediyordu. O anda ise, İsa’nın
yağlı saçları geldi aklıma; delik ellerini, kutsanmış suyunun buharlaşıp yağmur
olduğunu ve o yağmurların tımarhane yolundayken üzerime yağdığını düşündüm. Bir
daha gülümsedim ve mektubu okumaya devam ettim. “Buradan çıkıp hayatını berbat
etmeyi düşünmüyorsun herhalde” dememişti, Baal-Teshuvah. Ama zihnime vurduğu fırça darbeleri böyle bir
tablo oluşturmuştu. Haklıydı. Adının ne olduğunun hiçbir önemi olmadığı şu
gettoda bir azınlıktım. Yasalar, aşklar, çıplak bedenler bizi dişlerinin
arasında bir süre çiğnedikten sonra yere tükürmek istiyordu. Böyle durumlar
daim olandı ve sığınacağımız kişilerin her biri birer sanrı’ydı.
Baal-Teshuvah’ın
mektubu, dümenimi doğru rotaya kırdı. Aklımın eksik parçalarını tamamlamaya
çalışmadım bir daha. Hatta kalanlar, fazla bile gelmeye başlamıştı. Parmaklıkları, özgürlük vaadlerinden daha çok
sevmeye başladım. Burada hiç kimse yoktu ve hiç kimse, bana hiç yalan
söyleyemezdi. Amnezi’den sonra öğrendiğim bir şey daha vardı:
Herkes için güneş
bir gün umut çizgisinden batacak ve bir daha hiç doğmayacaktı.